İşlenmemiş, el değmemiş, makina girmedigi /ya da giremediği için kaybetmediğimiz, adanın tüm yaban hayatına barınak olma yükünü üstlenmiş çizgilere borçluyuz adadaki yaşamın/tarımın sürekliliğini..
Her metrekaresi mülk’e dönüşmüş, ve her mülk sahibinin adanın kendine ait olan parçasına dilediği gibi şekil verdigi bir dönemde, tarım, turizm, enerji yatırım bölgesine dönüştürülen Bozcaada’nin anlamını yitiriyor olmasından korkuyoruz.
Ama herşeye rağmen, parsel parsel, ‘ada ada’ parçalanmış, Leukophrys’den,Tenedos’a, Tenedos’dan Bozcaada’ya sürüklenirken adanın ruhu, hiç kaybolmamış destansı ‘büyüsü’nün gücüyle direniyor.
Bozcaada, tarih boyunca farklı kültürlerden, geçmişlerden olanların beraber, dayanışmayla yaşadığı, ayrımcılığın denizlerin ötesinde terk edildiği, özgürlüğün ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir yer. Adada, barış ile savaş, mücadele ile kabullenme, aylaklık ile çalışkanlık arasındaki denge çoktan keşfedilmiş ve yaşanıyor. Belki de adalı olmayanların ütopya/hayal diye tanımladıkları, ve onlar için ‘ulaşılmaz’ olan da ada hayatındaki bu ‘denge’. Kaybetmekten, yabancılaşmaktan korktuğumuz, korkuyor olmamız gereken de bu ‘denge’.
Biyolojideki ekoloji kelimesinin kökeni de ‘adalı’: ‘Eko’, Yunancada ev anlamına gelen ‘Oikos’dan türetilmiş,’loji’ de aklın dili anlamındaki ‘logos’dan. Adanın ruhunun özündeki, börtüsüyle, böceğiyle, otuyla, ağacıyla, kuşuyla, tavşanıyla, insanın birlikte yaşarken kurduğu ‘denge’. Yaşamın ‘sürdürulebilirliği’ için korunması şart olan, yaşadığımız bu 36 km2 lik ‘oikos/ev’ deki‘ denge’.
‘Bozcaada’ adının ‘kıraç/boş ada’ anlamına geldiği algısı, belli ki, adayı tarih boyunca üzerinden kar edilebilecek ‘fırsat’ olarak görenlerin zihninden çıkma. ‘Bozcaada’ kelimesinin anlamının bilinmediğini kaydediyor tarihçiler. Zaten ada da hiç mi hiç ‘boz’ degil. Küçük yüzölçümüne rağmen, farklı coğrafi yapıları barındırdığı için, her bölgesinde farklı bitkilerin, ağaçların ve canlıların yaşama fırsatı bulduğu adanın bir dünya modeli olarak görülmesi çok daha gerçekçi olur.
Zaten ada, ‘boz’ olmanın aksine, tarih boyunca bağcılık için eşsiz verimli topraklara ve iklime sahip bir bölge olarak biliniyor.. Binlerce yıldır adada üzüm yetiştirmiş adanın bağcıları da, adadaki yaşam dengesini koruma bilinciyle adayı bugüne taşıdılar.
Günümüzde ‘iklim değişikliği’, ‘sürdürülebilirlik’, ‘biyoçesitlilik’ gibi kavramlar, uluslararası antlaşmaların, büyük şirketlerin ve kurumların beylik lisanı oldu, büyük anlamlar, ve büyük menfaatlerle kuşatılarak, gündelik yaşamdan koparıldı. ‘Bizim’ olan ada ise şimdiye kadar bu kavramları dillendirmeye hiç gerek duymadan yaşamışken, büyük şirketlerin, yatırımların, kurumların müdahaleleriyle, yitirmek üzere olduğu ‘denge’ nin ne olduğunu hatırlamak, ve hatırlatmak zorunda.
Bugün iklim değişikliğinin bağcılıkta beklentileri alt üst ettiğini, verimi etkilediğini biliyoruz. Artan ısı, seller, kuraklık.. Bunun için dünya bağcılığı uyum stratejileri geliştirme arayışı içerisinde. Üzüm bağlarının yüzde 70’inin, yakın zamanda tamamen verimsizleşeceği, üzüm üreticilerinin farklı, yeni iklime daha uygun bölgelere bağcılığı taşıyacakları tahmin ediliyor.
Yerlerinde kalacak bağcılara önerilen çözümler arasındaysa, alışılagelmiş tarım pratiklerini değiştirmek var: Bağları sürmekten kaçınmak, örtü bitkilerinin yerleşmesine izin vererek su kaybını ve toprak erozyonunu önlemek ve böylece bağda traktörün neden olduğu gaz emisyonunu azaltmak ve çevredeki yabani yaşam/ bitki çeşitliliğini korumak, restore etmek gibi.
İklim değişikliğinin tüm dünyayı tehdit eden ve acil önlemleri gerektiren bir ciddi sorun olduğu gerçeğini kolayca benimserken, kendi yerel iklimimizi kontrol ederek bölgemizi bu tehditten koruyabileceğimiz, hemen şimdi attığımız adımlarla bu gidişhatı durdurabileceğimiz bir çıkış yolu seçeneği, nedense, pek rağbet görmüyor.
Üstüne üstlük, bir ada olmanın verdiği en büyük avantajın kendini tum ana kara sorunlarından izole etme imkanı olduğunu unutarak. Adanın yerel iklimini, ‘mikro iklimini’, kontrol altında tutarak, adamızı söz konusu küresel iklim değişimi olumsuzluklarının dışına çekmemiz mümkün, ama nedense, kendi otantik çözümlerimizi geliştirmek var iken ana karadan uyumlandıracağımız ‘büyük’ projelerde aklımız..
Mikro İklimi korumak için adadaki karbon emisyonunu azaltıcı günlük yaşam, tarım pratiklerini bu amaca göre düzenleyebiliriz hemen şimdi.. Örneğin, bir an önce, evsel atık/tarımsal atıkların kompostlama gibi uygulamalarla geri doğaya/tarıma geri kazandırmak, yaşam alışkanlıklarının çevre duyarlı yönde değiştirecek bilinçlendirme çalışmalarının yaygınlaşmak, kamusal yerleşkeleri ‘yeşil’, sürdürülebilir mekanlara dönüştürmek için harekete geçebiliriz..
Mikro İklimi korumak, iklim değişikliğinin önüne geçmek için yapılması gerekenlerden biri de yaşam çeşitliliğini korumak, restore etmek: Adadaki makiler, çalılar, çiçekler, dikenler, ve yabani ağaçların oluşturduğu doğal bitki örtüsünü, bu ortamda yaşayan kuşlar, böcekler, hayvanlar ve sürüngenlerin yaşam alanlarını korumaya başlayarak, adayı ana karadaki kıyamet senaryolarından uzaklaştırmak mümkün.
Yabani bitkiler, kelebekler, böcekler, kuşlar, nesli tükenme riski altındaki kirpi ve kaplumbağalar, bugün, henuz adayı terk etmiş değil, ve onlara hala Bozcaada bağlarının çevresinde rastlayabiliriz. Bunu da adada bağcılığın şimdiye dek, ‘sürdürülebilir’ bir yaklaşımla yapılmış olmasına borçluyuz. Ama ne yazik ki önceki neslin uygulamalarıyla, bugünün bağcılığı arasında kolayca göze çarpan çok fark var.
Örneğin önceleri sentetik gübreler hemen hiç kullanılmazken, günümüzde bunun neredeyse tam tersi geçerli. Sentetik mantar ve böcek ilaçları yerine, kükürt, ve bordo bulamacı gibi doğal karışımlar, gerektiği yerde, gerektiği kadar kullanılırken, şimdilerde ise periyodik, ‘garantici’ bir uygulamanın geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hatta günümüzde yağmurlar sonrasında oluşan yerlerdeki su birikintileri kükürt tozu ile çerçeveleniyor, bu da atosferde fazlasıyla asılı kükürt bulunduğunu, dolayısıyla adadaki kükürt kullanımının aşırıya kaçtığına işaret ediyor olabilir.
Eski nesil ada bağcıları, bağlardaki yonca ve papatya gibi çiceklerin bağa iyi geleceğini biliyor, ve toprağı sürmeden bu bitkilerin bağları bir süre kaplamasına izin veriyorlardı. Bugün adanın yol kenarlarında görmeye alıştığımız güven, böğürtlen, palamud gibi makilerin oluşturdukları, kuş seslerini, kelebekleri arıları saklayan, bağlar için doğal bir koruyucu duvar görevi gören anıtsal çitler de Bozcaada’nın bağcılık geleneğinin bir devamı.
Günümüzde ise, bu oluşumlar, yok edilmesi gereken düşmanlar gibi görülüp, traktörlerle köklerinden sökülüyor, ot kesme makinalarıyla biçiliyor, toprak kıraç, boş kalsın diye bazen de mekanik savaşın ötesinde kimyasallarla müdahale ediliyor, insan sağlığını da doğal hayatı tahrip ettiği kadar etkileyen ‘ot ilaçı’ kullanımı giderek artıyor.
2005 yılında yapılmış ‘Bozcaada’da Kırsal alan kullanımındaki Süreklilikler ve Değişimler’ adlı bir araştırma, farklı coğrafi ve toprak yapılarını ve iklimleri barındıran Bozcaada’da, tarımsal faaliyetlerin nasıl dağılım gösterdiğini gözlemlemiş. Dönem itibariyle, bağcılığa en uygun bölge olan adanın orta bölgelerinde bağların yoğunlaştığını, zeytin ağaçlarının bağlar arasında dağınık olarak bulunduğunu; yine toprağın tarıma elverişli olan bu bölge çevrelerinde bir kaç tahıl tarlası olduğunu; tarımsal faaliyete uygun olmayan kuzeydoğu ve güneydoğu kayalık ve makilik bölgelerin ise, işlenmediğini, hayvanların otlatılabildiği alanlar olarak doğal bırakıldığını kaydediyor.r
Araştırma gösteriyor ki 2005 yılına kadar adada bağcılık dışında ‘mono-kültür’ tarım faaliyeti yok, aksine çevreci, ekolojik dengeyi gözeten bir tarım anlayışının, çevrebilimcilerin günümüz saptamalarından çok öncesinde, burada benimsenmiş ve uygulanmış olduğunu görüyoruz. Bugün, 20 yıl geçtiğinde ise, adada tüm bu bilinenlerin unutulduğu bir sürecin içinde, adanın coğrafi, ekolojik, doğal şartlarının hiçe sayıldığı, dayatmacı, ezbere dayalı, bir tarımsal üretim/yaşam tarzının yıkıcı etkilerini izlemekteyiz.
Tek-tip üreticiliğin teşvik edildiği son yıllarda, zeytinliklerin kapladığı alanlar bağlar ile yarışır hale geldi. Hayvancılık faaliyetleri ve yem tarlaları plansız ve kontrolsüzce artıyor. Araştırmada bahsedilen ‘Tarımsal faaliyete’ uygun görülmediği için önceleri kendi haline bırakılmış bölgeler ise, son yıllarda, tel örgülerle çevrildi, traktörlerle haftalarca üzerlerinde çalışarak, sarp kayalıklardaki bitki örtüsü söküldü, kayalıklar arasındaki toprak ‘sürüldü’, km’lerce damla sulamalar döşenerek, bademlikler ya da zeytinliklere dönüştürüldü, çoraklastırıldı, bozlaştırıldı.
Adaya özgün topografyanın önemli bir oranını oluşturan bu bölgeler, yakın zamana kadar adaya hayat veren özgür hayatlarını hiç bir müdahaleye ihtiyaç duymadan sürdürmüşken, bundan sonra, makinelerin üzerlerinde çorak tutmak, tektipleştirmek ve hastalıksız ağaçlardan hastalıksız meyveler almak için tozun dumana katılacağı bitmeyen bir savaşın alanı olacak.
Yine de adada, herşeye rağmen, ‘yaşam’ devam ediyor. Ada parsel parsel bölünmüş, dönümlerce toprağı zeytinlikler, bağlar, ya da ‘bademlikler’, ‘incirlikler’ gibi tek tip yaşam formlarına zorlanıyor olsa da, adada çoğulcu yaşam, ve yaşamın kaynağı direnmeye devam ediyor.
Adada yaşam, zeytinlere, üzümlere, meyvelere hayat veren, yaşam çeşitliliği, bağların, tarlaların, arsaların aralarındaki sınır çizgilerinde sürüyor. Asfalt yolların kenarlarında, bağ yolları kenarlarında, tarlaların bağların arasında kalmış ‘traktör giremeyen’ yerlerde, hendeklerde adanın tüm yaşamı. İşlenmemiş, el değmemiş, makina girmedigi /ya da giremediği için kaybetmediğimiz, adanın tüm yaban hayatına barınak olma yükünü üstlenmiş bu bölgelere borçluyuz adadaki yaşamın/tarımın sürekliliğini.
Herşeye rağmen, çoraklaştırılmış , çölleştirilmiş topraklar üzerindeki binlerce zeytin, badem ağacı çiçek açıyor ve o çiçekler meyve oluyorsa bunu gerçekleştiren, sayısız makina, tonlarca mazot, gübre, böcek ilacı mantar ilacı, işgücü, yatırımlar değil. Adada, bir yerlerde var olan müdahale edilmemiş, el değmemiş alanlarında yaşamlarını sürdüren arılar, böcekler, kuşlar. Onlar, tüm iyi niyetleriye hiç bir ayrımcılık yapmadan, o ağaçların yaşadığı kıraç arazilerine de uğruyor ve onların sayesinde, adadaki ‘tarımsal verimilik’ sürüyor.
Artık sadece yol kenarlarında görebiliyoruz ahlat ağaçlarını. Ne yazık ki yol kenarlarındakilerin de işe yaramaz olduğu düşüncesiyle, armut aşılanandıkları oluyor. Badem ağaçları, dut ağaçları, meşe palamudları, incir ağaçları, güvenler, böğürtlenler, iğdeler, yıllardır kendi oluşturdukları yaşam dengesi içinde hiç bir insanın müdahalesine ihtiyaç duymadan var olan, kurdukları mükemmel ağaç- çalı-çiçek işbirliği ile sayısız böcek, sığınan sayısız kuş, nesli tükenme riski altındaki kaplumbağa, kirpi, yılana yuva oluyorlar. Adadaki canlı çeşitliliği/biyoçeşitlilik, bu ‘sınırlardaki’ yaşam çizgilerinde var olmaya devam ediyor.
Bozcaada gibi bir ada olan ve yine Bozcaada gibi tüm arazilerinin tarlalara bölünüp, işlendiği Birleşik Krallık’ta devlet, tarlalardaki doğal çitlerin korunması için yaptırımları hayata geçiriyor, doğal hayatla barışık tarım yapan çiftçiler için mali destek planları oluşturuyor. Birleşik Krallık İklim değişikliği Komitesi, karbon emisyonunun sıfırlanması planları dahilinde, sınırlardaki doğal çitlerin 2035’e kadar yüzde 20, 2050’de is yüzde 40 oranında genişletilmesi kararını aldı.
Bu uygulama, her ne kadar tartışılsa da, çiftçilerin üretimine katkıda bulunacak, sürdürülebilirlik hedefli, uzun dönem verimliliğin sağlanmasını amaçladığından, olumlu karşılanması bekleniyor. Yaban hayatının devamlılığı için tarla sınırlarındaki ‘doğal çitlerin’ yararları onlarca yıldır devam eden araştırmalar sonucunda kaydedildi:
Tarlaların kıyılarında kalan bu küçük alanlar 2000’den fazla gözle görünür cinsi barındırıyor, dolayısıyla bu çit oluşumlarına izin verildiğinde, bölgede kelebek, kuş, kirpi gibi bir çok, doğal denge için hayati önem taşıyan canlının yaşamı sürüyor. İlkbaharda çiçek açan endemik bitkiler, bu doğal çit oluşumlarında döngüsünü sürdürebiliyor. Sınırlardaki ağaçlar da birçok böceğe ve kuşa yuva oluyor. Ekinleri dölleyecek arı ve böcekleri ve tarlalardaki zararlı böcekler ile savaşacak yararlı böcekleri barındırıyor.. Bu doğal çitler, hayvan sürüleri için gölge oluşturuyor, tarlalarda doğal bir ‘rüzgar kırıcı’ işlevi görüyor, olası sellerde sel şiddetini yavaşlatıcı etki yapıyor.
Bozcaada, İngiltere’den çok öncedir, belki de binlerce yıllık bağcılığın getirdiği bilgi ve birikimle bu ‘doğal çitler’ ağıyla kaplı. Adada’nın toplam yüzölçümünün belki de sadece yüzde 5’ini oluşturan ve ada yaşam çeşitliliğinin tamamını içinde barındıran bu yaban hayat çizgilerini korumak zorundayız.
Bir adım ileri gidip, bıçağın kemiğe dayandığı bu günümüz koşullarında, adadaki ‘el değmemiş’, hazine arazilerinin bir kısmını, yaban hayatın yaşamasına olanak verecek ‘doğal rezerv(koruma) alanları’ olarak belirleyip bir an önce koruma altına almak zorundayız.
Adadaki, ‘otları temizlemezsen yılan gelir’ zihniyetini, ‘arsamda yılanın yaşayabileceği bir yer bırakmalıyım’ la değiştirmek zorundayız. Kirpilerin, kaplumbağaların neslinin tükenmek üzere olduğunu, onların yaşam alanlarını yok ettiğimizi görüp, kirpilere, arazimizde yaşayabileceği ‘yuvalar’ bırakmak zorundayız. Bunu kaplumbağa, yılanlar, kuşlar, kirpiler için değil, kendimizin de parçası olduğu ‘yaşam çesitliliği’ için, ada yaşamının, bağcılığın sürmesi için yapmak zorundayız.
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, 1992, Rio de Janeiro
Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi, 1979, Bern
Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme, 1973, Washington,
Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme, 1971, Ramsar
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolü, 1997, Kyoto(Anlasmalar)
Bağcılığın tehdit altında olduğu ve çaresiz hissettiği bu dönemde 2020 ile 2025 arasinda yürütülmüş LIFE VineAdapt adlı bir A.B. projesi, bağlarin bolgenin yabani bitkileriyle beraber ‘işlenildiği’ beş yıllık süreninin sonunda, bağın direncinin arttığını, bağa müdahele ihtiyacının azalıdığı, i.e., yararlı böceklerin nufüsunun artmasıyla, ‘böcek ilaci’ kullanımına gerek kalmadığını göstermiş, bağların izole bitkiler olmadığını hatırlatan ümit verici bir çalışma.
LifeVineAdapt projesi kapsamında fotoğraflanmış, kelebekler, böcekler, kuşlar ve böceklerin hepsine, bugün, böyle bir projenin alanı olmadığı halde, bozcaada bağlarının çevresinde rastlamak mümkün.