Geçmişten günümüze Bozcaada
Ege’de adalar denizinde, denizlerin ortasında bir üçgendir Bozcaada. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün de korumalığını yapan, donanımsız bahriyelisi görevini görür.
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi bu Anadolu manzumesinin sonuna konulmuş bir nokta gibidir. Ya da İmroz’la üst üste konulduğunda bir noktalı virgül işaretidir Anadolu’nun sonunda.
Sert rüzgarların fırtınaya dönüştüğü yerde, üç denizin suları harmanlaşır, akar, gider.
O nedenle bir ırmaktır boğazın suları, kişiye özel orman adacıkları, eşi bulunmayan verimli üzüm bağları, kekik tarlaları, bayırları.
İsminin ‘Boz’ olarak gelmesi kuzey rüzgarlarına açık yerlerin bir türlü yeşile dönüşmemesinden! Hele bir geçin arka taraflara, bir görün bal akan incirleri, kehribar sarısı çavuş üzümleri ve kararmış kuntra salkımlarını, öyle verin kararınızı…
Bir yeşil deniz gibidir bağlar, mavi denize kadar uzanan!
***
Tarihi, doğası, rüzgar gülleri, berrak denizi, uzayıp giden irmik sarısı kumsallarıyla bir hayal adası, bir rüyadır Bozcaada. Şarabın tadı içine sinmiştir içenlerin ve şarabı gibi eskidir dostlukları da.
Cenevizlilerden kalan kalesinin her taşında, harcında binlerce yılın emeği vardır. Bir yandan korsan gemilerini, öbür yandan Fatih’in donanmasını görür gibi olursunuz. Hayalinizden hiç gitmez günlerce.
Nereden bulup, getirmişler onca taşı, mermeri; neyle tutturmuşlar onları, şaşırıp kalırsınız.
Ne depremler, karlar, fırtınalar görmüş; kaç kuşak ada halkına mekan olmuş da bir taş bile sökülmemiş yerinden. Türkiye’nin en batısındaki kale burcunda yükselen ay-yıldızın coşkulu dalgalanışı bile gurur verir insanın yüreğine.
O sadece rüzgara yenik düşer, biraz daha küçülür, iplik iplik döküldükçe…
***
Çocukluk yıllarımda Çınar Çarşı Caddesi’nde Rum meyhaneleri sıralanırdı. Manol’un, Vasil’in, Anaştaş’ın ve Simyon’un meyhaneleri gibi.
Gün boyu nerede olursa olsun Rum’u, Türk’ü (ister bağda-bahçede, fabrikada, plajda ya da balıkta) gün batımından sonra akşamcı olurlar Bir Türkçe, bir Rumca şarkıların arka arkaya çalındığı Rum meyhanelerinde… Hemen hepsi her gün görmeye alışılan dost yeni yüzler ya da eski kadim dostlar.
Vakit geç olsa da hala çalar bir Rumca, bir Türkçe plaklar eski pikapta. Halikarnas Balıkçısı’nın sayfalarında dolaşır sanır insan kendini.
***
İki toplumdan oluşan Bozcaada’da Türkler ile Rumlar bayramlarda, paskalyalarda, hep birlikte olurlardı. Aynı sıraları paylaşırdık Mariya, Yorgo, Sultana, Dimitrolarla… Çok güzel günlerimiz olurdu. Aynı duyguları paylaşırdık iyi günlerde ve kötü günlerde.
Hafta sonlarında yaptığımız kurama (herkesin bir şeyler getirip bir yerde birlikte yedikleri kumanyalar) günlerini hiç unutamam.
Daracık sokaklarda tek katlı, badanalı evlerde hayat geçiren ada halkı farklı diller konuşsa da ortak dilleri Türkçe olmuştur. “Peygamberlerimiz farklı olsa da Tanrımız birdir” derler. Papazla müftünün birlikte gezdiği güzel günlere tanık olmuştur ada halkı.
Temsil ettikleri insanlara bir mesaj verebilmek için olsa gerek, resmi bayramlarda bile yan yana oturmaya gayret gösterirlerdi.
Bu barış ortamı, bu dostluk çok mu gerilerde kaldı acaba?
***
1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra adadan Rum halkının neden göçüp gittiği hep aklımda bir soru işaretiydi. Acaba neden doğdukları yerleri bırakıp başka bir yerlere göçüp gittiler. Orada ne işler yapıyorlar merak ederdim.
1989 yılında Atina’ya gidip 20 gün kaldığımda bu insanları, adadan giden Rum arkadaşlarımı gördüm. Eski günleri yad ettik ve adadan göç edenlerin hepsinin bir ev sahibi, hatta emekli olup iyi bir hayat sürdüğünü gördüğümde aklımda kalan “acaba niye gittiler?” cümlesinin karşılığını buldum.
Hatta 20 gün boyunca İzvingo ve Apostol kalfalar misafir etti beni, güzel anılarım oldu. Türklerle Rumların aynı örf ve adetlerini, şarkılarının bile aynı olduğunu gördüm.
Şimdi her şeyin değiştiği bir zamanda eski dostluklar, eski muhabbetler ve eski arkadaşlıklar da değişti ne yazık ki…
Ama yine de bir sevdadır Bozcaada.